Dayanışma
Bir çalışma ortamının verimli ve üretken olabilmesi için elbette pek çok farklı niteliğe sahip olması gerekir ancak bunların başında ne gelir diye sorarsanız ben ‘dayanışma’ derim. Sözlükte ‘Dayanışma’ sözcüğünün anlamı olarak ‘Bir topluluğu oluşturanların duygu, düşünce ve ortak çıkarlarda birbirlerine karşılıklı bağlanması’ yazıyor. Söz konusu olan bir spor karşılaşması ya da herhangi bir şeyin üretimi de olsa bu duygu, düşünce ve çıkar birlikteliğinin olması gerekli. Bir dayanışmadan söz edilebilmesi için ekibi oluşturan tüm üyelerin bu ortaklığa inanması, duygusal olarak bağlanması, mantıklı bulması ve en önemlisi bunun kendi çıkarına uygun olduğunu düşünmesi gerek. Eğer dayanışma, topluluğu oluşturanlardan sadece bir bölümünün çıkarını gözetiyor, kalanlar için geriye yalnızca bir duygusal bağlılık kalıyorsa bu dayanışmanın uzun süreli olması da pek mümkün olmaz.
Bizim kuşağımızda dayanışma duygusu çok önemliydi. Özellikle okullarda, öğrenciler arasındaki dayanışmayı bozan ispiyoncular dışlanırdı. Ortaokul yıllarımı düşündüğümde, eğitim sisteminde hiç akıl erdiremediğim bir şekilde öğrenci-öğretmen çatışması olduğunu hatırlıyorum. Örneğin sınıftaki bir arkadaşınızla sorun yaşadığınızda, aranız çok kötü olsa bile, onu öğretmene şikâyet etmek kabul edilmeyecek, aşağılık bir davranış olarak görülüyordu. Bir sorun varsa bunu öğretmenlere duyurmadan, aranda halletmen gerekirdi. Aksi türden davranışlar dayanışmayı bozan, arkadaşlık ruhuna ihanet eden türden davranışlar olarak herkes tarafından ayıplanırdı.
Öğretmenlerin, öğrencilerin gözünde yarı dost, yarı düşman olarak görüldüğü bu sistemin suçu öğrencilerde değildi elbette. Eğitim sistemi, öğretmenlerle öğrenciler arasında duygu, düşünce ve çıkar anlamında bir karşılıklı bağlılık yaratacak şekilde tasarlanmamıştı. O yıllarda okulumuzda dini inançları bilimsel yöntemlerin önüne koymaya çalışan öğretmenlerin sayısında bir artış olduğunu görebiliyorduk. Aynı zamanda sınıf öğretmenimiz de olan din dersi öğretmenimiz boy sırası yapacağım bahanesiyle kızlarla erkeklerin yan yana oturduğu sıraları ayırarak oturma düzenini kendi dünya görüşüne uygun (kız-erkek ayrı) bir hale getirmişti. Hoş, kısa süre sonra başka öğretmenlerin uyarısıyla eski düzene dönüldü ancak buna benzer denemelerin arkası da kesilmedi. Müdür ve müdür yardımcıları da bu yeni dünya görüşüne uygun –o zamanlarda ‘takunyalı’ denirdi- kişiler içinden seçiliyordu. Ancak en azından benim okuduğum okulda (Ankara Atatürk Anadolu Lisesi), çağdaş dünya görüşüne ve bilimsel yöntemlere inanan öğretmenlerimizin sayısı da az değildi. Felsefe öğretmenimiz Hasan Kul, okulda ‘komünist’ diye bilinen herkesin çok sevdiği, derslerinden çok şey öğrendiğimiz öğretmenlerimizden birisiydi. Lise son ya da lise ikinci sınıftaydık. Bir gün ders sırasında sınıfa bir öğrenci girdi ve benimle bir arkadaşımın adını söyleyerek bizim sonraki derste İngilizce laboratuvarına gitmemiz gerektiğini belirtti. Gittik. Laboratuvarda yaklaşık yirmi, otuz kişi daha vardı. Ön sıraları pek sevmesem de başka yer olmadığı için en ön sıraya oturdum. Herkesin önüne boş bir kağıtla kalem konmuştu. Milli Eğitim’den yetkili olduğunu sandığım bir kişi “Arkadaşlar, öğretmeniniz Hasan Kul ile ilgili bazı şikâyetler aldık. Derslerde kendisinin öğrencilere belli bir dünya görüşünü empoze ettiği şeklinde duyumlarımız oldu. Adınızı, soyadınızı yazmak zorunda değilsiniz, bizzat duymuş olmanız da şart değil. Başkasından duymuş da olsanız bu yöndeki duyumlarınızı yazmanızı istiyoruz” gibi bir konuşma yaptı. Elbette içeriğini tam olarak anımsayamıyorum ancak konuşmadaki şu üç nokta dikkatimi çekmişti: Adamın yumuşak yaklaşım tarzı, adımızı gizleyebilecek olmamız ve hocamızı gammazlıyor gibi hissetmemiz için hazırlanmış ılımlı ifadeler.
Sınıftaki bir kişi, Hasan Kul öğretmeniyle anlaşamadığını, bu nedenle tarafsız olamayacağını düşündüğünü söyleyerek aramızdan ayrıldı. Bugünkü aklım olsa, belki ben de bu tür bir ortamda bulunmayı kabul etmeyip, sınıftan çıkardım ama demek ki o gün başka türlü düşünüyordum. O dönem 1980 darbesinin olumsuz etkilerinin tüm kurumlarda görüldüğü karanlık bir dönemdi. Babam da solcu olduğu gerekçesiyle hiçbir gerekçe gösterilmeden kamudaki görevinden çıkartılmıştı. Bir çoğumuz öğretmenimizi kimlerin, ne için eleştirdiğini biliyorduk. Ben uzun uzun, öğretmenimizin derslerde veya ders dışında, Atatürkçü düşünce dışında herhangi bir düşünce veya düzeni savunduğuna rastlamadığımı ancak zaman zaman Atatürk’e karşı olan bazı kişilerin öğretmenimiz hakkında dedikodu ürettiğine tanık olduğumu yazdım. Bu kişilerin asıl amaçlarının da öğretmenimiz değil Atatürkçü, çağdaş ve bilimsel eğitim yaklaşımını yıkmak olduğunu düşündüğümü ekledim. O yıllarda öğrencilerin zekâsının milli eğitim müfettişlerininkinden oldukça yukarıda seyrettiğini söylemek bir övünme sayılmaz umarım. Yazdıklarım belki tam olarak doğru değildi ancak benim öncelikli amacım, okulumu bu art niyetli kişilerden korumaktı. Müfettişlerin eline pimi çekilmiş bir el bombası bıraktım, adımı soyadımı yazıp imzamı attım. Çevremdeki kağıtlara göz attığımda onların da adlarını yazdıklarını gördüm.
İmzasız mektuplarla öğretmenimizi gammazlayacağımızı düşünen milli eğitim müfettişleri yanılmıştı.
Burak Kaya
Not: Değerlerle Yaşamak Eğitimine katılarak bu konudaki yetkinliklerinizi artırabilirsiniz. OffCourse'la dünyanın her yerinde, kişisel bilgisayar, tablet veya akıllı telefonunuz üzerinden eğitim alabilirsiniz.